11 Temmuz 2010 Pazar

Srebrenica Katliamı: Beyaz Tenlerden Süzülen Kan

Aslına bakarsanız bu konuyla ilgili yazıp yazmama konusunda kararsızdım. Zira olayların cereyan ettiği yıllarda ben çocuktum. Çocuk aklımla da olsa hatırlıyorum yaşananları silik silik...

Neyde bahsedeceğimi az çok anlamışsınızdır. Katliamın Adı: Srebrenica




Uluslararası arenanın en büyük utanç tablolarından biriydi Srebrenica. Boşnak'lara onları koruyacakları sözünü verip önce askersiz, silahsız bırakan Birleşmiş Milletler'in sonra bu sözü nasıl yediklerinin acı göstergesiydi. BM'nin görevlendirdiği sözüm ona koruyucu güç Hollanda'nın nasıl da umursamaz davrandığının kanıtıydı. 7'den 70'e kadın erkek çocuk bebek ayırt edilmeden binlerce Boşnak'ın katledilmesiydi Sırp postallarının altında. Yine kadın çocuk ayırt edilmeden günlerce tecavüz edilmesiydi masum insanlara. O tarihte beyaz tenler kan rengine büründü ve mavi gözlerde ışık kalmamıştı artık. Tek suçu Müslüman olmak olan bu insanlara kimse acımıyor, dünya adeta hüzünlü bir opera izlercesine seyirci kalıyordu.

Bunları yazarken ellerim titriyor, midem bulanıyor, dudaklarımdan çıkan
'srebrenitza' telaffuzu içimi derin bir kederle dolduruyor.

Katliamın üstünden 15 yıl geçti. İnsanlık adına her şeyin bittiği 15 yıl. İçimizi delen 15 yıl. Arab'ının Fars'ının Müslüman olduğunu unutup, her şeyden önce insan olduğunu unutup, yardım etmeyi bırakıp da Türkiye'ye karşı taktik geliştirmeye çalıştığı o lanetli yıl. Herkesin taraf belirlediği, insan katliamından çıkar sağlamaya çalıştığı yeşil ağaçlarının bile kırmızıya boyandığı yer. Küçücük bedenlerin kimi zaman tecavüz, kimi zaman işkenceyle ölüme terkedildiği topraklar. Anaların, bacıların susmadan ağladığı evler. Tüm erkeklerinin evlerden zorla alınıp topluca katledildiği ormanlar...

Aslında çok söz söylenir ama insanlığın utanmadan sustuğu o kara tarih gibi belkide şimdi de en iyisi susmaktır. Susarak konuşmak, haykırmak, hıçkırıklarla ağlamak...

Katliamın Adı: Srebrenica Tarih: 11.07.1995

6 Temmuz 2010 Salı

Dünya Kupası, Hakemler, Vuvuzela, Baba Kız Dialogları, Rammstein ve saçma sapan bir yazı Futbol çok Enteresan canım

Uruguay-Hollanda Maçı oynanan şu anlarda kız başıma izninizle iki çift kelam edeceğim sevgili okurlar.

Babamla biz futbol konuşmayı çok severiz. Az önce maç başlarken hakemin Özbek olduğunu öğrendik. Ben susar mıyım hiç vay efendim Allahın Özbek'i bile (aşağılamıyorum lan Özbek candır, anladınız siz ne anlamda söylediğimi daha ülke kurulalı kaç yıl oldu -tarihi bilgi:1991'de SSCB'den ayrılmak suretiyle kuruldu-) 2010 Dünya Kupası'na hakem olmuş da bir tane Türk evladı niye olamamış. Babam da SSCB diyor Rus disiplini diyor falan filan. Sonra başladı ki bir hikayeye evlere şenlik. Zamanında daha kendisi askere bile gitmeden Fatih sokaklarında yağız bir delikanlıyken radyodan maç dinliyormuş -malum vizontele o vakitler yaygın değil- (bu sırada an itibariyle Hollanda gol attı alkışlık gol oldu babamın tabiriyle 'vaaay portakallar' şu an yazıyorum diye beni dürtüyor bak kızım bak bak bak nasıl attı bak diye) neyse geri dönersek işte babuçka henüz genç iken Doğan Babacan diye bir hakemimiz varmış Real Madrid maçında 3 kırmızı çakmış iyi mi? Zaten ondan sonra da çağırmamışlar adamı. Ben de merak edip girdim baktım kimdir bu medar-ı iftiharımız diye aynı şahıs dünya kupalarında
ilk kırmızı kart gösteren hakem olma özelliğini taşıyormuş (adam kırmızı beyler) -1974'te Almanya'daki finallerde Batı Almanya-Şili arasında oynanan açılış maçını yöneten Doğan Babacan, 67. dakikada Şili'li Calos Caszely'yi kırmızı kartla oyundan atarak, kupalardaki ilk kırmızı kartı gösteren hakem oldu.- Böyle bir gurur kaynağımız varmış gözlerim yaşardı. 1930 doğumluymuş kendisi efem.





Ya bir gözüm Hollanda-Uruguay'da saçma sapan yazmış olabilirim. Aynı anda babama laf yetiştiriyorum her pozisyonda dürtükleniyorum (ay allahtan babamdan bahsediyorum yanlış anlaşılmaya müsait cümle kurmuşum) Bu arada en başından beri favorim Almanya'dır sevgili okurlar. Heil! diyorum başka bir şey demiyorum. Aslında 2010 Dünya Kupası çok sikko geçmekte hani bir kaç maç dışında heyecan tavan noktasında değildi. Aklımda kalanlardan biri İsviçre Milli Takımı'nda 3 Türk'ün oynadığıydı. (Hakan Yakın, Gökhan İnler, Eren Derdiyok) Bir diğeri çok umut bağlanan Maradona-Messi ikilisinin fos çıkmasıydı. Artık 2014'te göreceğiz Messi'yi.(Bu arada Messi'ye niye çikin diyorlar anlamıyorum tam koca tipi var onda, böyle aile babası olacak tip Ronaldo gibi apaçi değil en azından hoş ben Ronaldo'yu da severim niye çemkirdiysem şimdi) Bir de Japonya-Paraguay maçında Japonya penaltılarda verdi ya neredeyse ağlayacaktım lan çok acıklıydı. Son olarak Uruguay'lı Luis Suarez 'in yarı finalde oynamamak pahasına sırf ülkesi yarı finale çıksın diye elle topu çıkarması paha biçilemez$$$ Neyse yarı final maçlarına dönersek şu an oynanan maçı Hollanda alacak diyorum finalde de cCc Almanya siker cCc (Bu arada Almanya'da bizden biri ilk 11'de o da Mesut Özil. Çocuğa boşuna vatan haini demeyin gurur duymalıyız bence. Bir de Klose ben çocuktum vardı hala var lan adeta Oliver Khan olacak sanırım ve bir itifar ben çok küçükken bundan 3önceki dünya kupasında Klose'ye aşık olmuştum ergenlik işte=)

Saçma sapan bir yazı oldu farkındayım ama hazır bu kadar saçmalamışken Vuvuzela'ya zerre kadar antipati beslemediğimi de belirtmek isterim. Şimdi elin gavuru gelip bizim zurnaya laf etse canımız sıkılmaz mı? Yazık yıllardır eziliyor adamlar -bırakınız yapsınlar bırakınız çalsınlar- efendim. Bakırköy'de Vuvuzela satıyorlardı neredeyse alacaktım öyle marjinalim öyle marjinalim ki her türlü kültüre sahip çıkarım.

Sona doğru yazımı Rammstein'den Lost Highway filminde David Lynch'in kıymetini anlayıp kullandığı Rammstein şarkısıyla tamamlıyorum. (Heil Rammstein Heil Deutschland) Zira futbol gazına fazlasıyla uygun bir parça. Umarım sonuçlar konusunda yanılmam yoksa rezil olduğumu da buradan ilan ederim siz merak etmeyin. Bu arada pozisyon oldu.

http://fizy.com/#s/1ayp41 (buyrun dinleyin)

Ay yazıyı bitireyim derken Uruguay gol attı ay fikrimi mi değiştirsem bilemedim. Ömer Üründül'ün de belirttiği gibi 'Futbol çok Enteresan' (hiçbir şeyi anmadan geçmedim popilist yazar edasındayım vaay anasını)

dipnot: (okumasan da olur ama oku bence) Tüm bunlar olurken 15 dakkalık arada annem Melekler Korusun adlı diziyi açtı. Babam -15 dakkada n'aparsan yap sonra ben maçımı izlerim- dedi. Öyle de oldu. Annem çekti salondaki televizyona gitti. -Çek git bebeğim uzaklara çek git- dedi babam. Annem çekip gitmeden -mısır haşladım yir misin yivrum- dedi. Kardeşim interneti çekip kendi pc sine takmaya çabaladı (ay ne kadar zenginiz görüyor musun sevgili okur dizüstüler masaüstüler havada uçuyor) Böyle şeyler oldu işte. Bu ne biçim bohem hayat nasıl bir yaşam tarzı diyenleri o çok nefret ettikleri vuvuzelaya havale ediyorum. Behlül kaçar. Yok lan ben kaçtım hadi görüşürüz.

Rammstein beni sarmaz diyenlere alternatif dipnotumuzla müteselsil Musa-Gülşah ikilisinden Çek Git Bebeğim geliyor.

http://fizy.com/#s/1032ko

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Bekleme Sendromu

Salonumuz, çok insan ağırladık, kimi zaman ağladık, kimi zaman güldük burda...


Mutfağımız, aslında temiz olmaya gayret ediyoruz ama vizesiydi finaliydi derken... Ben hiç yemek yapmadığım için bulaşıklar haliyle hep üstüme kalırdı=) Gayet mutsuz ve suratsız yıkadım onları ama işim bitince çok mutlu olurdum


Gömme dolaptan bir manzara


Odamdan bir kare... Çok zaman geçirdim seninle çok...


Ve tabiki tuvalet.

Şu sıralar o kadar travmatik olaylar yaşıyorum ki arka arkaya yazılar patlatmam bu sebepten sevgili okur. Bir kısmını hiç yazmayacağım çünkü onları anlatmaya henüz hazır değilim. Bir gün hayatımı yıllardır derinden sarsan bu olaylar zincirini anlatıcam ama bunu biliyorum.

Patlak veren çeşitli kötü durumlar üzerine dün aldığım bir haberle resmen yıkıldım. Ev arkadaşım okuldan atılmıştı. Zaten o kadar mutsuzdum ki bu olayla mutsuzluğum tavan yaptı, ne yapacağımı bilemedim. Üstelik İstanbul'dayım elim kolum bağlı. Malum okullar tatil. Ağlamaktan gözlerim şişti. Kendim atılsam en fazla bu kadar üzülürdüm her halde.

Biz geçtiğimiz 1 Nisan'da aileleri arayıp annemize, babamıza falan şaka yapmıştık. Ben anneme fakülteden bir kızla kavga ettiğimi bu sebepten bir dönem uzaklaştırma aldığımı söylemiştim. Annem neredeyse telefonun diğer ucunda kalp krizi geçirekti. Hemen gelelim o zaman kızım dedi. Sonra şaka olduğunu söylediğimde annemin yanındaki arkadaşlarının nasıl bağırdıklarını hatırlıyorum telefonun diğer ucundan...

Düşünsene 1 dönem uzaklaştırma bile bu kadar üzerken aileyi okuldan atıldığında durum ne olur? O kadar yıl, o kadar emek, o kadar para, o kadar zaman... Hepsi çöpe mi şimdi?

Ev arkadaşıma hiç bir açıklama yapmadan pişkin pişkin LİSE DİPLOMANI verelim mi demişler. İnan bunları yazarken bile ellerim titriyor. Lise diploması ne demek? Bu nasıl hakaret? 23 yaşında lan bu kız. Allahım gerçekten tahammül etmek çok zor. Telefonda konuşurken ikimizde dayanamayıp ağladık hüngür hüngür. Boğazım düğümlendi teselli bile veremedim doğru düzgün.

Biz 3 kişiydik. Hiç ev arkadaşı değiştirmedim ben. Düzen insanıyımdır. Öyle zırt pırt düzen bozamam. Aslında çoğu zaman salonda oturmak yerine odamda takıldığım da olmuştur. Ailemin yanında da öyleyimdir. Pek konuşmam, sevdiğimi belli edemem. Ben de böyleyim işte. Lakin bilirim evde birileri vardır. Bir ses vardır. Yalnız değilimdir. Ölsem cesedimin kokusundan rahatsız olup 1 hafta sonra polisi arayacak komşular yerine yanımda sevdiklerim vardır. O ses evet o ses artık olmayacak. Bu gerçek o kadar acı ki...

Diğer ev arkadaşım da bu yazı Amerika'da geçiriyor. Konuştuk internette, ikimizde büyük şoktayız haliyle. Kendimizi avuttuk 'Eylül'de af çıkacak diyorlar' diye.

Beklemek...Birini beklemek, ölüyü beklemek, gideni beklemek, kaçan fırsatları beklemek, giden zamanı beklemek, çıkacak affı beklemek... Beklemek o kadar ağır o kadar zordur ki bunu benden iyi kimse bilemez. 3 yıldır ölüyü bekleyen ben beklemenin inanılmaz ağırlığını hep omzumda taşıyorum. Dedim ya henüz anlatamayacağım çok ağır şeyler yaşadım hala yansımalarını yaşamaya devam ediyorum. Belki bir gün anlatırım. Bu arada ismini hatırlayamadığım bir blogcunun söylediği gibi beklemek insanı yorar, hayal kırıklığı yaratır en iyisi durmak. Ben de uzun zamandır beklemeyi bıraktım, öylece duruyorum sevgili okur.

Sona doğru, artık inancım kalmasa da bir gün her şeyin düzelmesi ve bir gün gerçekten içimizden geldiği gibi gülebilmemiz dileğiyle...

Yeri gelmişken ev arkadaşlarıma 2 yıl önce hediye ettiğim şiiri sizlerle de paylaşmak istiyorum:

EV ARKADAŞI

Ölü kuşlara attığın yem
suladığın kırık dal
hatırlayamadığın telefon numarası

Nedendir bilmem
zamanın keskin yüzünde vücut bulan o ihmal
o yabancılık merakı, o ihanet ihtirası

ağladıkça temizlenip parladılar mutfakta seni bekleyen bulaşıklar

Küçük İskender

2 Temmuz 2010 Cuma

Bir eksiklik olarak: Küvet

Bizim hiç küvetli banyomuz olmadı. Annem hep küvet koydurmak istedi ama koyduramadık bir türlü. Bilmem yani ben küvette yıkanmayı. Zaten sudan bunalırım -ki yüzmem bilmem ben- Mesela klozet de sevmem ben alışmamışım pis geliyor, varsa yoksa alaturka...

Öğrenci evimde küvet var ama bir gün bile hatırlamıyorum içini doldurup yıkandığımı. Sevmedim, sevemedim. Bana bir kova bir de tas yeterdi oysa ki. Zaten dedim ya duşun altında durup yıkanamam bile. Bitmek tükenmek bilmeyen korkularımın arasında su altında kalmak da vardır çünkü.

Bugün aile evimin banyosunu yıkarken düşündüm de bir an çok koydu bu bana. Hala annemin küveti olmayıp benim öğrenci halimle küvetli evimin olması.

Seneye mezunum. İşimi elime alır almaz -yapılacak ilk iş listesine- bu banyoyu kırdırtıp baştan aşağı yeniletmeyi ekledim ve elbette bir küvet
...

Acılar ve Mutsuzluk Üzerine


Hayatım o kadar sıkıcı o kadar sıkıcı off ne desem bilemiyorum. Ben tam bir şeyleri düzelttim, yoluna koydum derken yeni bir acı patlak veriyor.

O kadar mutsuzum, o kadar bıkkınım ki; doluya koysam almıyor boşa koysam dolmuyor. Ne şehir değişikliği, ne değişen yüzler, ne değişen mekanlar, ne de değişen hayatlar... Hiç birşey sıkıntıma çare olmuyor. Çünkü bu kadar değişikliğin içinde aslında benim için temelde hiç birşey değişmiyor. Sorunlarım aynı, dertlerim, hüzünlerim, özlemlerim, hep aynı olduğu gibi duruyor. Gözyaşlarımın tadı bile kolay kolay değişmiyor.

Aldığım her yeni nefes beni bir adım daha geçmişe, acılarıma götürüyor sanki. Sürekli tekerrür halindeyim. Artık daha iyi anlıyorum ki insan ne kadar uzağa, ne kadar farklılığa kaçarsa kaçsın beyni kendisiyle olduğu sürece hiç birşey değişmiyor. O beyin ki sana her şeyi hatırlatıyor adeta unutmaman için çaba sarfediyor. Çünkü içten içe unutmak istemiyorsun. Mazoşistin allahı olmuşsun farkında değilsin.

Sona doğru; toplayamadığım hayatım gibi toplayamadığım yazımı da Gwendolyn Elizabeth Brooks'un şu dizeleriyle bitirmek istiyorum:

"Tükenmek üzere şu kısacık an
Yakında yok olacak
Ve ister altından yapılmış
İsterse acıyla yüklü olsun
Bir kez daha aynı kılıkla
Karşına çıkmayacak..."